Yaşam Şaşmazer
Hepsi Benim
Masum, sevimli, şirin varlıklar olarak tanımlanır çocuklar. Çoğu zaman saflığın, temizliğin, günahsızlığın, güzelliğin; kimi zaman da bilinçsizliğin simgesi olmuşlardır. Masumiyetleri, günahsızlıkları ve güzelliklerinden her zaman bahsedilir, ama ya bilinçsizlik olarak adlandırılan, karanlıkta kalan ve pek sözü edilmeyen diğer yönleri? Yetişkinlerin içine giremedikleri, kendilerine ait, kapalı ve anlaşılmaz bir dünyalarının olması onları güvenilmez ve tedirgin edici kılar.
Düşünsel ve fiziksel yapıları ile olgunluğa ulaşmamış, toplumsal sisteme henüz uyum sağlayamamış, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü ayırt etme yeteneğine henüz kavuşmamış olan bu ‘küçük insanlar’ , belki de küçük birer melek değil, tıpkı yetişkinler gibi iyi ve kötü davranış modellerine ve aynı zamanda ilkel, ürkütücü, şiddete ve kötücül tarafa yatkın bir potansiyele sahiptirler.
İnsanın “çocuk hali”nin en iyi gözlemlenebileceği yer ise oyun zamanıdır. Çünkü çocuklar, sadece eğlenmek için değil, içinde yaşadığı toplumun kurallarını öğrenmek, gücünü ve yeteneğini denemek, içinde yaşadığı çevreyi keşfetmek, kendini tanımak ve kendisini başkalarından ayıran özellikleri keşfetmek için oynar. Ama çocuklar aynı zamanda en ciddi işi olan oyunlarına, tutkularını, kazanma isteklerini, bencilliklerini, benmerkezciliklerini, arzularını ve hırslarını da katarlar...
Emre Candan
15.06.08 - sanat benim günlüğüm
günlükte yazdığım bir yazıya ilk defa başlık koyuyorum. çünkü sanırım bir başlığı hakediyor. salı gününden beri geçirdiğim dört gün aslında bir hazırlıktan başka bir şey değildi. fakat nedense bir hazırlıktan daha fazlasını tecrübe ediyorum hala.
çocukluğumdan beri istemeden de olsa hep bir düzen arayışında oldum; kafamın içindekilerin düzeni. zaman zaman obsesif bir hal alan bu durumdan faydalanmak ne kadar mümkünse zarar görmek te o kadar olası. "günlük" böyle oluştu. istiflemeye çalıştıkça daha çok dağılan düşünceleri enseme kablo bağlayıp bir ekrandan izlemeyi isterdim fakat sanırım şu an pek mümkün görünmüyor, olsa bile muhtemelen cine5'in eski şifreli yayınları gibidir. işte bu yüzden kendime bir günlük oluşturdum. iyi, kötü ne varsa en azından aralarından işe yarar bazılarını unutmamak için. malum; yazı kalır. günlüğün benim için bir hayat manifestosu ve hatta bir öğreti haline gelmesi ise başka bir konu.
bu projeye nasıl girdiğim aslında pek hatırladığım birşey değil çünkü yaklaşık yedi aydır günlük yazmıyorum. fakat bu konuyla ilgili kayda geçen ilk şey seray'ın ağzından çıkan "blog" kelimesi oldu. serginin açılışından bir kaç ay önce bir blog açılacaktı, bir nevi serginin günlüğü tutulacaktı. urban'da yapılan toplantıdan çıkışta bige'yle ufak bir fikir alışverişinin ardından ertesi gün seray'ı arayıp bu blog işini yapmak istediğimi söyledim. daha sonra evindeki toplantıda uğur'un bizden bu projeye eğitimini aldığımız disiplin ve daha önemlisi hayat görüşlerimiz doğrultusunda destek olmamızı istemesi doğru bir seçim yaptığım konusunda beni ikna etti. oturduğumuz masanın ortasında kocaman altın bir cümle onu şekillendirmemiz için bizi bekliyordu: sanat benim oyun alanım.
kabul, zaten yapmakta olduğum bir şeyi yapmak biraz kolaya kaçmak gibi oldu ama bunu şimdi başka bir şeyle birleştirmekti benim için önemli olan. üstelik bu sadece benim değil, bir çok insanın ortak günlüğüydü. bu sergi blog açıldığında açılmış oldu, yaşamaya başladı. salı günü, seray'ın "uyanınca zıplasana, sana iş var" mesajının beni dört gün boyunca senelerdir gitmediğim lunaparka hapsedeceğinden haberim yoktu.
...benim isviçre - türkiye maçında yağmurdan ıslanıyor olmam gerekiyordu, oysa ki şu anda 40 derece güneşin altında robert'ın basketbol potalarından birini deviren veleti azarlıyorum...
açık söylemek gerekirse işlerin bu kadar yoğun olacağını tahmin etmemiştim. çarşamba sabahı petrit'i evinden alırken hayatıma üç günde bu kadar çok düşünce katacak biriyle tanışacağımı da bilmiyordum; başta biraz bu rehberlik işinden dolayı endişelendiğimi saklamayacağım. lunapark'ın şarapçı abilerine petrit'in kümesini temizletirken sıcaktan bayılıp, seray'la gmall'daki ıssız koltuklarda son saniye tasarımları yaparken ayıldım.
...eee, hani ben sadece blog'la ilgilenecektim?...
bu yazıyı dört günlük yorgunluğun verdiği ama mutluluğun birazını geri aldığı üç saatlik uykunun 24 saat sonrasında yazıyorum, kısacası hala dinlenmedim. neden bu kadar mutlu olduğumu aslında bilmiyorum, ilk defa böyle bir şey yaptığımdan olsa gerek. ama bildiğim en iyi şey şu dört günde tanışabileceğim en iyi insanlarla tanışıp, oynayabileceğim en güzel oyunu oynadığımdır. dün saat akşam 10 gibi petrit'i kümesinden alıp "what a wonderful world" eşliğinde "mahalle hatırası" toplarına oturduğumuzda benim için bu oyun bitti. birlikte kümesi yaptığı ustayla petrit'in italyanca konuştuğunu ve açılışın sonlarına doğru seray'ın rahatlamış halini görünce "yemişim isviçre'yi de kupasını da" diye geçirdim içimden. gecenin sonunda ise engin'le arabalarımızı çarpıştırırken ağzımda gelibolu'da 20 yaşındaki bir askerin mezarında okuduğum cümleyi geveliyordum; i have fought a good fight... savaş da insanların oynadığı en eski ve en gerçek oyunlardan biri ne de olsa.
...come wander with me...
ilk not: bu yazı günlüğün gerçek bir bölümüdür fakat blog'a koymak üzere yazdığım için her zamankinden biraz daha farklı bir üslupta yazdım... öncekilerde kendi kendime konuşurdum.
son not: teşekkürler seray, sena, uğur, petrit, engin, bige, lunaparktaki bütün abiler ve diğer herkes.
...game over...
Ayakyolu - Richard Bartle ve Evrim Altuğ'dan bir işbirliği
"Daima hayatın iyimser yüzüne bakmayı tercih ettim, ama hayatın ne kadar karmaşık bir olgu olduğunu bilecek kadar da gerçekçiyim."
-- Walt Disney
Küçükçiftlik Lunaparkı ve Disney World'ü kıyaslamak ilk bakışta aptalca gelse bile, bu iki parkın paylaştığı ortak bir yön var: İnsanların gündelik hayattan kaçma ve bir süreliğine de olsa eğlenme ve heyecanlanma tutkuları.
Ayak Yolu / Footpath, bu yönüyle 'organik' bir haritalandırma projesi olarak "Sanat: Benim Oyun Alanım" projesinin bir parçası olmaya çalışıyor. İstanbul Taksim Meydanı'ndaki Atatürk Kültür Merkezi'nin önünden başlayan ve Küçükçiftlik Lunaparkı'na uzanan bir gidiş - dönüş projesi bu.
Ayakyolu, Türkçe argodaki yerini insanların kendilerini belki de en fazla rahat hissetmek isteyecekleri yer olarak tuvaletlere gönderme yapıyor. Ancak bu kelimenin İngilizce karşılığı o kadar da kaba değil, hatta 'daha güzele uzanan yol' manasına da kullanılıyor. Bir dizi el yapımı çıkartma üzerinden, meydan ile lunapark arasındaki dalgalı bir yaya yolunda oluşturulan proje, işte bu etnografik paradigma ikiliğinden besleniyor.
Olumlu ve olumsuz bu unsurların keşfiyle birlikte, Türkçe ve İngilizcede var olan ikili klişe bildiri ve sloganlar, tıpkı 'Daha İyi Bir Geleceğe!' veya "Hayat yukarı çıkılan bir yokuştur" gibi örnekleri, ya da "Direk devam ediyorsun..." veya "Bekleme Yapma" gibi çeşitleriyle, izleyicideki beklenti ve hayal kırıklığı duyarlığına yol boyunca müdahale etmeye çalışıyor. Bu işle eşdeğer biçimde öne sürülen duygu aşırılıkları, dalgalı güzergâhın da etkisiyle, hayatın da bir metaforu haline gelebilecek inişli çıkışlı bir 'roller coaster'ı çağrıştırıyor.
Richard Bartle'ın işi, metinler ve görsellerin göstergebilimsel enformasyon doğasındaki teorik ve görsel yeterliği sorguluyor. Yapıtlarında kavramlar ve görsellerin sosyal ikonografi ile ilgisini araştıran sanatçı, politika ve çevreyi de bu yapıtların sorunsalları arasına dahil ediyor. Bartle halen, Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi'nde misafir sanatçı olarak yaşıyor ve çalışıyor.
Türkiye'deki bellibaşlı dergi ve gazetelerde 10 yıla yakın bir süredir sanat gazeteciliği ve eleştirmenlik yapan Evrim Altuğ ise, Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Birliği Türkiye Şubesi kurucu üyelerinden, Altuğ halen Sabah gazetesinde editörlük yapıyor ve Sanat Dünyamız gibi kültür sanat dergilerine yazıyor.
Uğur Köse - Sahibinden Satılık
Hergün karşılaştığımız, sıradan bir nesnenin yeniden düzenlenmesiyle geliştirilen “Sahibinden Satılık”, oyun içinde oyun olarak görebileceğimiz bir yapıt olarak karşımıza çıkar. Üstü giydirilmiş, “patchwork” olarak da adlandırabileceğimiz geleneksel üretim yöntemine öykünerek yeniden “dekore edilmiş” ve şık hale getirilmiş bir binek aracı nesnesinin kullanıldığı yapıtta ambalajın özellikle çok “güzel” olmasına dikkat edilmiştir. Niyet sadece biçimin ön planda tutulduğu ve serbest pazar kuralları dahilinde en parlak olanın pazarlandığı bir durumu ortaya koymaktir.
Üstü giydirilmiş araba metaforu, gösteren ve gösterileni en şiddetli biçimiyle deşifre eder. Bu deşifre oyunun gücü ile doğru orantılıdır.
Schillere göre sanatla oyun arasında bir benzerlik vardır. Çünkü her ikisinde de insan gerçeklikten uzaklaşır, gerçek dışı bir dünyaya yönelir.
Tıpkı tüketim odaklı pazarlama yöntemleri dahilinde satılan “şık” zanaat ürünleri gibi. Örneğin; çok yakın zamanda tüm dünyada müthiş bir pazarlama yöntemiyle gündemde olan, destek ve taraftar bulan sıradan kamusal alanda sanat projeleri bu bağlamda ele alınabilecek güncel örnekleri oluşturur. Çoğul üretim teknikleri kullanılarak farklı formlarda ve çok sayıda “yüce amaçlar için” üretilen formlar, uygulayıcılar (zanaatkarlar, tasarımcılar, ustalar vb.) tarafından kendi oyun kurallarına göre yeniden ele alınarak, salt biçimsel olarak kamusal alandaki yeni sanat nesneleri olarak “asıl sahibinin yerini” işgal etmiştir. Çok muğlak bir tanımlama için kullanılan bu formlardaki ifade biçimi “Sahibinden Satılık”ta kaplama için kullanılan o renkli bez parçalarının taşıdığı anlam ile çok iyi örtüşürler.
İçerik yokedilmiş, biçim ön plana çıkartılmış ve “hoş, güzel ve renkli biçim” en iyidir koşulu işletilmeye başlamıştır. Burada asıl nesne “görünmeyen”dir. Ama “görünen” ise gerçek değildir. Bu yer değiştirme aşamasında sahip, yani görünmeyen kendini zorunlu olarak ortadan kaldırmıştır.
Tam da bu noktada güncel sanat, olanakları dahilinde oyunu bozmak, gerçek ile gerçek dışı arasındaki ihtilafı görünür hale getirmek, soruna çözüm bulmak için bir ortam oluştururken, “içerik” odaklı bakmayı önlemez bir kural olarak da saptar.1000 VOLTdesign
Tasarım fikirlerini – fikir tasarımlarını hayata geçirmek için bir araya geldi. Gizem Aytaç, Pınar Birim ve Meriç Kara’dan oluşan ekip çalışmalarında duyarlı bir bakış açısıyla düşünüyor, faydalı işlere dönüştürüyor, eğleniyor ve hazır oyun alanlarını kaçırmıyor.
Katja Loher
Katja Loher video çalışmalarını balonların yüzeyine yansıtarak onları Video-Gezegenlere dönüştürüyor.
“(…)Sonunda bir bilye boyutunda küçüldü, hayal edebileceğiniz en güzel bilye... O güzel, sıcak, canlı obje öyle kırılgan, öyle hassas gözüktü ki eğer parmağınızla dokunursanız kırılıp parçalara ayrılabilirdi. Bunu görmek birini değiştirmeli…”
-James Irwin, USA
Video-Tellurium’da (2008, süregelen çalışma) , Katja Loher izleyiciyi bir süreliğine dünyadan ayırarak uzayın karanlığı içerisine götürüyor ve gezegenimizi dışarıdan bir bakış açısıyla gösteriyor. Borulara bitişik Video-Gezegenler merkez çevresinde farklı hız ve çeşitli yönlerde, aynı zamanda kendi yörüngelerinde sabit hızda dönüyorlar. Video yansıtıcılar hareketli görüntüleri gezegenler üzerine yansıtıyorlar.
Katja Loher’in Video-Tellurium’un ardından yaptığı en yeni çalışması Miniverse (2008) sanatçının yeni bir heykelsi biçime geçişini gösteriyor. Bu yeni iş serisi, yüzeyleri boru şekilli tünellere giriş olan deliklerle kırılmış, tamamen yuvarlak kürelerden oluşuyor. Tüneller – beyinde bilgi iletimi ve değişimini sağlayan sinapslar gibi – gözü, kürenin merkezindeki monitörlerdeki dairesel videolara yönlendiriyor. Miniverse’ün kendisi Katja Loher’in işinin bir özeti…
Videolarında sanatçı, bir kuşun görüş açısından insanların minimalist biçimler olarak kurgulandığı bir koreografi sahnelemesini sunuyor. Bu bakış açısı – ve içerisindeki oyuncu ve dansçıların rolleri – video aracında yeni bir dil yaratıyor. Öyle bir dil ki, kendi açık anlatım biçimiyle sürreal ve bilinmez olanı tercüme ederken, figürleri ve hareketlerini üzerinde çalışmamız için mikroskop altındaki amipler olarak sunuyor.
İnsan kalabalıkları öncelikle gruplar oluşturuyor, sonrasında kaleidoskoptaki görünüşte abstrakt desenelere dönüşüyor. Daha sonra, hareketleri şekiller, kelimeler ve hatta bütün ifadeler oluşturmaya başlıyor. Bu indirgenmiş ve mikroskopik dünyada Katja Loher, kendi anlatımsal içeriğinde günümüzle ilişkili konuları aydınlatan görsel bir şiir oluşturuyor.
EXHIBITIONS 2008
21 May-30 Aug
Threshold Artspace, Perth, UK, Group Exhibition
4-8 June
Art 39 Basel, Presented by Tony Wuethrich Gallery
13-29 June
Art is my Playground, Tershane, Istanbul, Group Exhibition
20 June-26 July
Substitut, Berlin, Group Exhibition
August
Galapagos Art Space Dumbo, New York
September
Partner Project Gallery, Moscow, RU, Solo Exhibition
Globe Gallery, St.Petersburg, RU, Solo Exhibition
October
Joey Chang Art Gallery, Beijing, China, Solo Exhibition
November
Visual Drugs Gallery, Zurich, CH, Solo Exhibition
December
Contemporary Istanbul 2008, Presented by Tershane Gallery
İrem Tok
Lunaparklar içimizdeki mücadeleci tarafı harekete geçiriyorlar. Önce kendimizle mücadele ediyoruz sonra kontrolümüz dışında çalışan dev oyuncak makineyle. Cesaret göstermek adına kendimizi teslim ederken hala direniyor oluyoruz aslında; Kendimizi cesur ve güçlü hissetmek için.
Diğerlerine göre daha az cesaret gerektiren ama kendi gücümüzle yüzleşmemizi sağlayan aletlerden biri olan yumruk ölçerle vuruş gücümüzü test edebiliyoruz. Bu aletin test ederken oluşturduğu direnç makine direnci olmasına rağmen insani gücü sınıyor. Fakat bunu kimin, neyin gücüne kıyasla yapıyor?
Lunapark bizi kendi kontrolü içinde dâhil ediyor eğlenceye. Bu noktada yaşamın kendi sisteminden farksız bir sistem içinde eğlenmeye devam ediyoruz. Sistemin büyük dev oyuncakları arasında gücümüzü gösterecek minik yumruklar atıyoruz. Ama o insancıl duyguların ağına düşmüyor, canı acımıyor ya da gıdıklanmıyor.
Mehmet Ali Uysal
Sanatın “Oyun” olası geldi.
Bazen çocuklara kimlik giydirirler. Çocuk bilmiş bilmiş konuşur. Bizlere de alkış tutarız. Nasıl da büyük oldu diye. Biz alkışladıkça o büyür. Küçük bedeninde büyük kimliklerin alkışlanmasına alışır. Ancak yaptığı hatayı büyüdüğünde anlar. Çoçuksam çoçuk gibi olmalıyım. Olmalıydım.
Büyüdük. Oynayın dedi birileri. Hatırlayamadım. Aslında çok kolay da değil hani. Küçükken büyük olmak kolaydı. Büyükken çocuk olmak zor. Unutmuşum.
Oyun oynayasım geldi. Unutmuşum oyunlarımı. Ya da tam öğrenememişim. Bende içinde olduğum şeyle oynadım, sanatla. Sanatın oyun olası geldi. Öyleydi zaten.
Deniz Üster
Banu Alpay
Praxinoscope 1870lerde Charles-Émile Reynaud tarafından statik resimleri göz yanılgısını kullanarak hareketlendirmek amaçlı tasarlanmış bir objedir. Bu ve bunun gibi buluşlar günümüzün film projeksiyonlarının tasarlanmasını sağlamıştır. "Praxinoscope" bu oyuncak görünümlü icadın sanatçı tarafından yenilenmiş ve ölçeği 10 katına büyütülmüş versiyonudur. İzleyici hem aynalardan değişik açılardan elde edilen yansımalarla karelerin bir film şeridi gibi akışını izleyebilecek, hem de günümüzde dijital teknolojiyle büyüklüğü milimlere indirgenmiş bu sistemin nasıl çalıştığını büyük bir ölçekte gözlemleyebilecektir.
Ender Gelgeç
Reveranssız bir yazı
Kendini aldatmamaktan daha zor bir şey yok. W’nin yan değinisinin felsefi bir aforizmadan ziyade dokunsal bir sürece yol alması için şunu da söylemeliyiz: Kendini anlatmamaktan daha zor bir şey yok. Naif bir dil oyunu gibi gözüken bu kelime değiş-tokuşu bizi şimdiden aldatma ile anlatmanın birbirlerinin işbirlikçileri rollerini üstlendikleri dil yuvasına, her anlatı da kendini bir araçsallık kisvesine büründüren ve böylece anlatırken aldatan dilin yuvasına gönderiyor. Rastlaştığımız bu serginin ismi ile ilk elde model-kopya ilişkisine girebilecek bir şiarı uzun zamandır kullanıyor oysa korporat şirketler: Dünya bizim oyun alanımızdır. Kibir ile kendini hakir görme arasında şöyle bir salınmak bu şiardaki her bir kelimenin kendi türünden tasnif edilmiş her bir kelimeyle yer değiştirilebilirliğini yadırgatmamalı öyleyse. Zamirler zamirlerle, isimler isimlerle, yüklemler yüklemlerle, ve daha beteri zamirler isimlerle, sıfatlar yüklemlerle, kelimeler şeylerle, ve daha da beteri nedenler sonuçlarla...
Dilin bilgisi derslerine ufak bir tekrar geri dönüş. Bizim oyun alanımızdır: yüklem. Özneyi bulmak için sorulan soru: Bizim oyun alanımız olan ne? Dünya. Bir diğer deyişle dünya da onlar, dünyayı kuran özneler de, ve de bir nesne olarak dünyayla oynayanlar da. Ama hayır, bu dünya da biz de varız be biz de dünyayız. Dağarcığımızda ise kendi bildiğimiz şekilde bir araya getireceğimiz kelimeler ve imajlardan başka bir şey yok. Bu sefer diğer bir deyişle, sadece anlatılanı değil nasıl anlatıldığını da ifşa edecek bir araya getirme sürecine çaba göstereceğiz.
Buraya kadar yazılanlarla sergide karşılaşılan iş beraber düşünüldüğünde ne anlatıyoruz peki. Ve bununla beraber ne anlatmıyoruz, ve bununla beraber anlatmak, demek istemek, söylemek kelimeleri ne kadar uyuyor işin kendisine, bu yazıya, bu süreçlere maruz kalana, ve maruz bıraktıranlara. Bir küstahlık olarak görülmemesi durumunu başat kıstas olarak alıp T’nin zamanı yontarken dilinden kopuveren bir iki sözü hatırlayalım. “Sanat bir düşünce biçimi değil, bir zihin halidir” ve de aynı hissedişle “the less accessible a work to intellect, the greater it is.”
Bana bir A4, bir G3, bir de H1 nedir diye sormayın. O’na neden bir D1, bir F5, bir de M3 alacağını sormayın. Söyleyebilecekleri şey şu olabilir ancak: Bilmiyoruz ve bilmek istiyoruz...
Videoist
Perpetual Machine-Sonsuz Makina:
Köken olarak latince "vidare" kelimesinden gelen ve görüyorum anlamına gelen video kelimesi ile İstanbul'un kısaltması olan ist kelimelerinin bileşiminden oluşturulan videoist ismi ilk olarak 2003 yılında ortaya çıktı. Bir sanatçı insiyatifi olarak kurulan Videoist bağımsız ve kar gütmeyen organizasyonlara imza atarken, düz bir bakışı öngören endüstriyel, formel, ticari organizasyonlara alternatif eğik bir bakışı destekliyor. İnsiyatifin isminin düz okunuşu gibi sadece video projeleri gerçekleştirmeyecek. Aynı zamanda farklı etkinliklere de yer vererek güncel sanat ortamına bir soluk olmayı amaçlıyor.
İstanbul Merkezli Gezici Video Etkinliği "Videoist2" son yıllarda Türkiye'de organize olmayı bekleyen Video Sanatı çalışmalarını bir araya getiriyor. Bu bir araya geliş belirgin bir konsept olmadan "Videoist" çatısı altında gerçekleşiyor. "Videoist" Güncel Sanatın İstanbul merkezli bir bakışla dökümantasyonunu üstlenirken 1960 sonrası Kavramsalcılardan ve Fluxusçulardan beri gelen sanatta demokratiklik fikrinin uzantısı sayılabilecek Video Sanatının 2000'lerdeki görünümünü yansıtıyor.
Bilgisayar Teknolojisinin gelişmesi ve yaygınlaşması, görüntü ile çalışan sanatçıları manyetik video bantlardan, büyük ve pahalı montaj masalarından kurtarırken aynı zamanda kaybolan-bozulan geçmiş Video Sanatı mirasının restorasyonu sorununu gündeme getirdi. Bu restorasyonlar pahalılığının yanı sıra kaybolmayacağı düşünülen VHS, Beta gibi formatlardaki video teknolojisinin kaybolabilir olduğunu kanıtladı. Günümüzdeki teknolojiler video'yu teknik olarak kolay üretilebilir kılarken aynı zamanda kaybedilebilir bilgiyi istikrarlı saklanabilir bilgiye dönüştürüyor. Bu dökümantasyon kalitesi sanatçısı tarafından belirlenebilir düşük bütçeli ev tipi bilgisayarlar ve kameralarla üretilebilen, fiziksel taşınma kolaylığı dışında web üzerinden de taşınabilir bir üretimi olanaklı kılıyor.
Videonun sanatta bir üretim biçimi olarak yaygınlaşması onun gösterim problemlerini beraberinde getiriyor. TV'nin altmışlı yılların sonunda düşünüldüğü gibi Video Sanatında bir yer teşkil etmesi, her sanatçının bir TV kanalı sahibi olabileceği gibi ütopyalar gerçekleşmese de web bu eksiğin yerine geçmiş gibi görünüyor. Aynı zamanda bu mecraya yer verme görevini sergi salonları, gösterim salonları da sürdürüyor. Bütün bu oluşum süreci ile birlikte kameranın hayatın içinde daha fazla yer alması ile video bir üretim biçimi olarak enflasyon oluştururken aslında üerinde durulacak yeni durumların da ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu durumlardan biri vurgulamaya değer görünüyor:
www.forumgazetesi.com'un 09.04.2007 tarihli haberinden alıntıladığım metinde, "Arkadaş Bulma Makinesi (...........net), herkesin yönetmen olduğu iddiasıyla video yarışması düzenledi. Yarışmanın amacı ve felsefesi "Altın Mandalina Manifestosu" ile açıklanıyor. Manifestoda mekik çeken, kopya çeken, hatta burnunu çeken herkesin film de çekebileceği savunuluyor. Lars von Trier'in ve Dogme'cilerin sedalik arayışına atıfta bulunan manifesto, anlatacak bir şeyi olanların cep telefonuyla dahi film çekebileceğini iddia ediyor. Bu yüzden yarışmada format, yöntem, kamera, vb. teknik konularda hiçbir sınır yok. Yarışmanın dikkate değer tek koşulu videoların eğlenceli olması."
Bu durum Videonun artık yayından fırlamış bir demokratik araç olarak modern yaşamın içinde aldığı yere iyi bir örnek. Eğlence kelimesi dönemin güncel sanat ortamındaki ironi kavramı ile ilişkilendirilebilir. Geçiciliğin anahtarını arayan güncel sanat projeleri de hızın ve değişimin portresini ortaya çıkarırıken dönemin aktüel konularının tartışılmasına bir platform oluşturuyorlar.
Son dönemde sanat insiyatiflerinin önemi ve etkinlikleri gittikçe artarken, Tershane'nin Videoist'e yapmış olduğu davetle gerçekleşen bu seçki, insiyatiflerin iletişimine ve birlikte çalışmasının sonuçlarını ortaya koyuyor. Sanatın insan evrimi ile koşut dönüşümüne cevap arayan proje "sanat benim oyun alanım" önce Homo Erectus (Ayakta olan insan)'dan, Homo Sapiens (Düşünen insan)'a, oradan Homo Faber (teknik insan)'a ve nihayet Homo Ludens (Oyun oynayan insan)'a kadar ki evrimsel sürece paralel olan bir fikirle Videoist; "Sonsuz Makina-Perpetual Machine" video sanatı seçkisi ile etkinliğe katılıyor.
Video Sanatı Seçkisi Sanatçıları:
1- Ozan Akıncı ve Kaya Hacaloğlu: Cotton Av (Video-Ses Performans)
Müzisyenler:
Volkan Ergen - Percussion, Live Electronic
Ayşe Nur Ergen - Ses Misafir
Cem Konuk - Kontrabas
Hüseyin Sarısaltıkoğlu - Elektrik Gitar
Sertaç Kakı - Live Electronic, Elekrik Gitar
Korhan Erel - Live Electronic
2- Çağrı Saray: Handke'ye Saydı
3- Fatih Aydoğdu: Diglossia
4- Hülya Özdemir: Kayıp Zamanın İzinde
5- Nooshin Farhid: Zone End
6- Suat Öğüt: Kırmızı, Mavi, Beyaz
7- Susanne Albrecht: Looking for Parallels
8- Yeni Anıt: Yerçekimli Grafiti